Baltık Kıyısından Sur İçine Doğru Bir Günce

Claes Ralamb, İsveç’ten Osmanlı Sarayı’na gönderilen ilk resmi elçi olmuştur. Daha çok siyasi amaçlarla İsveç Kralı X. Karl Gustav’ın yönlendirmesi ile IV. Mehmed’in sarayına doğru yola çıkan Ralamb, yaklaşık bir yılı kapsayan bu misafirliğini anlattığı günlüğüne Baltık kıyısından 22 Haziran 1657 tarihinde başlar ve sonraki sene 5 Haziran 1658 tarihinde kralının yanına döndüğü gün artık günlüğünü bitirir. Ralamb; Osmanlı sınırlarında karşılaştığı misafirperverliği, öğrendiği adetleri, günlük yaşama dair gözlemlerini, elbette pek de objektif olamadan birer birer bu günlükte anlatır.
Yine de sarayda geçirdiği günlerin arasına sıkıştırdığı şimdiki sultanın babası Deli İbrahim zamanındaki yeniçeri ağası Bektaş Ağa’nın başrolünü oynadığı isyan, Ralamb’ın bunları aktarırken şaşkınlığını da hesaba katarsak Türkleri güvenilmeyecek kadar küstah, huysuz ve isyankar olarak yorumlamasına sebep olur. Buna rağmen Kral’ın Ralamb’ı bu göreve uygun görmesinin bir sebebi vardı: O henüz otuz beş yaşlarında idi ve soylu bir aileden gelmekte idi dolayısıyla iyi bir eğitim almıştı. Kitapta anlatıldığı kadarıyla Paris’te hukuk eğitimi almış ve birçok dil öğrenmiş idi. Yolculuğunda ona katibi ve doktoru eşlik etmekteydi. Siyasi sebeplerden dolayı görevinin gizli olması gerektiğinden seyahati boyunca kılık değiştirmiştir. Kimliğini gizleme çabası içinde olduğu bir anı şöyle anlatır “Berlin’den Wittenberg’e Leipzig postasıyla gittim. Orada iken kaldığım hanın yemek sofrasında iki İsveçli öğrenciyle karşılaştıysam da siyah bir peruk takmış olduğumdan kim olduğumu bilemediler.”
Genel olarak Osmanlı sınırları içindeki prenslerin, Osmanlı paşalarının ve hükümdarlarının onu gösterişli kabul törenleriyle ağırladıklarını, sunulan yemekleri ise gümüş varaklı tabaklarla getirdiklerini anlatmıştır. İlk tanıştıktan sonra prens veya hükümdarların yanından ayrılırken de onu sırtına özel bir kaftan giydirerek uğurladıklarını, kısaca uşaklarına veya orada görev amaçlı bulunan daha alt sınıftan insanlara nazaran daha özenli ve misafirperver bir anlayışla karşılandığını aktarmıştır.
Melek Ahmed Paşa’nın yemek daveti ile saraya varan Ralamb, Türklerin iskemleyi hem sofra hem de oturak olarak kullandığını anlatır. Anlatılana göre iskemleyi yer sofrası yapmak için yuvarlak gümüş tepsi üzerine keten bir bez örterler ki bu bez oturanların dizlerine kadar çekilir böylece yemek yiyenlerin üzerleri kırıntılarla kirlenmez. Bu özelliğiyle Türklerin günlük hayatta kullandıkları nesnelerde dahi belki tasarrufçu, başka anlamda ise işleve yönelik bir pratikliğe önem verdikleri anlamını çıkarmak mümkündür. Yine Ralamb’ın aktardığına göre “Bu yörede fırın yoktur ama yemek vaktine doğru hazırlanan hamur topakları ocağın temizce süpürülmüş zeminine dizilir ve ocağa kor dökülür; ekmek bu şekilde pişer ama sağlığa uygunluğu tartışmalıdır.” Ayrıca Türklerin pilavı çok sevdiğini belirterek ‘en seçkin yiyecekleri pilav’ der. Akşam yemekleri çok çeşitli olmakla birlikte yemek bitiminde ellerini ve yüzlerini gül suyu ile yıkayıp koku süründüklerini günlüğüne kaydeden Ralamb, bu yörelerdeki bahşiş geleneğini ise Türklerin ‘kahve içmek için para’ olarak açıkladığını kaydeder. Bu geleneğin günümüze yansımasını açıklamak gerekirse şu anda Türk Dil Kurumu bahşiş kelimesini tanımlarken ‘kahve parası’ olarak açıklar.

DUBLIN CHESTER LİBRARY’den onyedinci yüzyıla ait bir kahvehane minyatür sahnesi
Rlaamb, Melek Ahmed Paşa’nın sarayından çıktıktan sonra İstanbul’a doğru yeniden yola koyulur ve sadrazama gelişini bildirmek için hanlarda konaklar hatta bir süre İstanbul’a üç gün uzaklıktaki kasaba olarak kaydettiği Küçükçekmece’de konaklar. İkametgahlarda konaklayan temsilcilerin yeni gelenlere hemen selam göndermesinin buraya özgü bir adet olduğundan bahseder. Burada elçilere ‘şanlı’ dendiğini ve birbirlerini ziyaret ettiklerinde tatlı ve şarap ikram ettiklerini yani bu coğrafyadaki misafirperverliklerden bahseder. İstanbul’a, saraya vardığında ise karşılaştığı tören için ‘yabancı elçilerin kabul törenlerini ulufe dağıtım gününe denk getirdiklerini ve buradaki amacın gösteriş yapmak olduğunu’ söyler. Ralamb, Türklerin kahve anlayışı için o zamanların yasaklı maddesi olan tütünden daha yaygın olduğunu söyler. Kahve, Türklerin başlıca oyalanma şekli ve birbirlerine muhakkak ikramlarıdır. Öyle ki bazı odalarda bir köşede kahvenin mutlaka kaynadığı ayrı bir oda bulunduğundan söz eder.

Ralamb günlüğünde İstanbul’da geçirdiği süre içerisinde Sultan Mehmed’in on yedi yaşına geldiğini ve artık fetih yapması gerektiğini kaydeder çünkü Osmanlı yasalarına göre bir padişahın cami yaptırabilmesi için bir toprak alması şarttır. Yine Ralamb’ın anlatmaya değer bulduğu bir diğer konu ise padişahın sarayıdır. Saraya Hıristiyanların kabul edilmediğini belirterek orada sürekli elçi olarak bulunmasından dolayı Türklerde iyi bir izlenim bırakmış olan Fransız bir diplomattan öğrendiklerine göre Türklerin Sarayburnu dedikleri Boğaziçi’ne doğru üç çevresi denizle çevrili bir alanda bulunan saray üç avludan oluşur ve bu avlularda padişaha hizmet etmek üzere ikamet eden görevliler yaşar. Birinci avluda bahsi geçen kişilerin evleri -ki bu görevliler bile devşirmedir- vardır. İkinci avluda ise daha üst rütbeliler, çavuşlar, paşalar ikamet ederler. Ayrıca bu avlu o kadar geniştir ki çeşitli ağaçlar ve çeşitli hayvanlar görülebilir. Üçüncü avluda ise padişahın dairesi yer alır. Sarayda bulunan bu çok sayıda görevlilerin yine sarayda olmalarına rağmen sefil halde yaşadıklarını onlara ancak haftada bir defa bayat et verildiğini, ender olarak da meyve ve pirinç yiyebildiklerini söyler. Ki Ralamb Türklerin pirinci ne kadar sevdiğinden daha önce bahsetmiş idi. Yani Türklerin mutfağındaki pirinç yaygınlığı göz önüne alınacak olursa bu insanların pirinç bile yiyemeyecek kadar zor şartlar altında bırakıldığı açık. Üstelik bu insanlar devşirilmek üzere özgürlüklerine el konulduğunda eğitim adı altında itilip kakılarak dinlerinden vazgeçmek zorunda bırakılmış ve ancak bu kötü muameleye dayanabilenler görevlerine başlatılmıştır. Bu şekilde bir eğitimden geçen gençlerin erkek olanlarına acemi oğlan denir. Başlarında İstanbul ağası bulunur. Bu gençler altı yıl boyunca ağır işlere alıştırılır sonrasında ise yeniçeri veya bostancı olurlar.
Claes Ralamb, görevi boyunca genel olarak iyi muamele görmesini zat-ı şahanelerine verilen öneme bağlayarak günlüğüne son vermiştir.
KAYNAKÇA
Claes Ralamb, çev. Ayda Arel İstanbul’a Bir Yolculuk. Kitap Yayınevi
