Tek Kişilik Vals
Koca bir balo salonunun ortasında, loş tatlı bir pembe ışığın altında tek başıma vals yapmayı isterdim. Vals aslında çift dansıdır. Yanında bir partnerin olur ve müthiş bir ahenkle müzikte kaybolursun ancak ben yanımda benim duyduğum müziği duyan birinin olabileceğini sanmıyorum. Hayatım tek başına bir vals ve ben dans etmeye bayılıyorum. Ritimlerdeki her dönüşümde ayrı bir an geliyor aklıma. Mesela o nakarat kısmında yüzümü güneşe dönmüş, deniz havasını içime geçerken kendimi bulduğum an geliyor gözümün önüne. O ritmin yavaşladığı yerde yalnız kaldığımı hissettiğim ve yaşamaya dair bir umut bulamadığım, kafamı avuçlarımın arasına alıp gözlerimden çıkan o sıcaklığı hissederken buluyorum kendimi. Sanki her ritimde değişiyor üstümdeki kıyafetler. Bir an cumhuriyet kadını olabiliyorken bir an plaza kadını oluyorum. Bir an annem oluyorken bir an Fatma Aliye oluyorum. Arada bir Duygu Asena. Kollarımı yukarı kaldırdığımda ve özgürlük diye haykırdığımda ise Emma Goldman. Kollarımı indirip beni kucaklamasını istiyorum Nazım Hikmet’in tam o anda. Gözlerime “Ne olursa olsun kendin ol!” diyerek baksın ve ben o an Piraye olayım istiyorum.

Pekala Aliye Ali de olabilirim Sabahattin Ali’nin bakışlarında. Belki de bırakırken bedenimi nasıl Orhan Veli’yi kurtarmak istiyorsam o çukura düşmekten aynı öyle Oğuz Atay beni yakalasın istiyorum. O an Tezer bizi seyretsin, Pavese’yi anlamaya nasıl çalıştıysa beni de anlamaya çalışsın istiyorum. Hem vals yaparken hem yazarken izlesin beni. Yazdıklarımı okusun, bana dair olanları. Biri beni anlasın istiyorum. Anlamsızlığımın için anlam arayan beni, bulduğum anlamı, anlamın anlamlılığını Virginia Woolf tahlil etsin istiyorum. Kendime ait odamı kurduğumu, anahtarının hep cebimde olduğunu, her an o odaya sığınabildiğimi ona anlatmak ve “Biz kadınları neden sevmiyorlar?” diye sormak istiyorum. Adalet Ağaoğlu’na yıllarca ölmeye yatan bu kadınların yaşanmamışlıklarının hesabını kimin vereceğini sormak istiyorum. Sadece kadınların mı? Çocukların, erkeklerin, hayvanların… Canı neden yaşatmak istemediklerini Deniz Gezmiş’e sormak istiyorum. Neden yaşatmıyorlar bizi sistemlerinde? Biz ne yaptık onlara bu kadar? Okumak, sormak, sorgulamak ayıp mı diye haykırmak istiyorum. Haykırışıma Mustafa Kemal gülümsesin, benimle gurur duysun ve “İşte bu, canım yavrum.” desin istiyorum. Ölmenin yasak olduğu masalarda ölüme meydan okuyup yaşamak istiyorum. Bir deniz kıyısında, göğün berrak olduğu bir gecede o masada Turgut Uyar’la göğe bakmak ve yaşamı içime çekmek istiyorum. O içimdeki anlatmak, kavratmak, açıklamak aşkını Mustafa İnan’a heyecanla anlatmak ve ondan şunu duymak istiyorum: “Kızım, sen öğretmen olmalıydın.”. Hem de Kadriye Hoca gibi olmalıydım. Öyle bir şevkle, öyle bir tutkuyla. Tekrar yanlış kararlarımla boğuşurken kendime düşünceler saymak istiyorum Marcus Aurelius’tan. O an elinde sazıyla Aşık Veysel gelsin, uzun ince bir yolda olduğumu ve bu iki kapıdan ikinci kapıya yakın olduğumu söylesin istiyorum. Pir Sultan Abdal durur mu dost kervanı geçerken kendimi onlarla eylemememi söylesin istiyorum. Dost kervanı demişken kafamı kaldırdığımda beni izleyen dostlar ve ailem olduğunu görüyorum. Tek kişilik valsimde beni hiç anlamazken dansıma hayran kalsınlar istiyorum. Ben çok şey istiyorum. Hem de vals yaparken…
Turgut Uyar’la göğe bakarken yaşamı içime çekmek…
“..Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım, tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum..”
Kalemin okumaya başlayınca büyüsüyle içine çekecek kadar etkili. Tebrik ederim, nicelerini beklemedeyiz.💐