Tezer Özlü’ye Dair
Defalarca oturdum masanın başına, sayfaları tekrar tekrar karıştırdım. Nereden başlasam diye çok düşündüm ama bir türlü cesaret edemedim yazmaya. Onu anlatamam, layıkıyla kavratamam diye çok korktum. Ta ki kıymetli dostuna yazdığı mektupları okuyup onu ondan dinleyene kadar… Meğer onu ne kadar doğru anlamışım. Ancak sorun şu ki ben onu hep mutsuz sanırdım. Hayattan tat aldığı hiçbir anı olmadan gitti diye onun adına üzülürdüm. Meğer tam anlamıyla mutlu olduğu zaman kavuşmuş biricik sevgili ölümüne. Tezer’i anlatacağım size.
“Artık gitmeyeceğim. Nereden geldiğim sorusunu yanıtlamak istemiyorum. Hiçbir yerden gelmiyorum. Kendimden başka.”
1943 yılında Simav’da doğdu. Ailesinin işi dolayısıyla çocukluğu Ödemiş ve Gerede gibi ufak kentlerde geçti. O kentlerde dünyanın kocaman olduğunu, oralara sığamadığı fark etmişti. Sanki ait olamama hissiyatı onunla doğmuştu. Hem o ufacık kentlerde ufak bir hayat bulamayan ruhu, İstanbul gibi koca bir şehirde nasıl bulacaktı hayatın anlamına dair bir damlayı? Sanki lanetlenmişti çünkü bir sonraki durakları İstanbul’du. İstanbul’a gelip Avusturya Kız Lisesi’ne başladı. Ancak Tezer bu. Kurallara, sınırlara, dayatmalara gelemez ki. Bıraktı okulu. Otostop çekerek Avrupa turu yaptı.
O yollarda mı aramıştı kendini? O yollarda mı öğrenmişti içine sığamadığı toplumdan taşacağını? O yollarda mı ölümü arzulamıştı? O yollarda cesur genç kadın Tezer’ le karşılaşmak, onla bu dünyanın sisteminin inadına kahkahalar atmayı ne çok isterdim. O yollar Paris’e çıkarmıştı onu. Yağmurlu bir günde, bir kafede tanıştı Güner Sümer’ le. Aşık oldular ve evlendiler. Hayal gibi değil mi? Paris’in yağmurlu bir gününde sıcak bir kafede aşık olmak…

Ankara’ya geldiler Güner Sümer’le. Yıl 1964. Tezer, çeviriler yapıyordu. Güner ise Ankara Sanat Tiyatrosu’nda çalışıyordu. Bir şeyler yanlıştı sanki bu evlilikte. Bu adamla olmuyordu. Ayrıldı Tezer ve İstanbul’a gitti. ”Çocukluğun Soğuk Geceleri”ne gebeymiş İstanbul’a gelişi. Geçirdiği psikiyatrik rahatsızlıklardan dolayı zaman zaman psikiyatri kliniklerinde yattı. Doktorların uyguladığı şok tedavisi onu acıtmıştı. O zorlu hastane odaları, koridorlar, ilaçlar… Bir çocuk gibi ürkek, korkaktı. Teşhis de konmuştu: bipolar bozukluk.
1968’de yönetmen Erden Kıral’la evlendi. Beş sene sonra o çok sevdiği kızı Deniz doğdu. Deniz Gezmiş’e olan saygı ve vefa borcundan dolayı kızının adı Deniz koymuştu. Deniz 10 yaşındayken Erden Kıral’dan boşandı. Kızının başından geçen tuhaf, komik bir olay var mı sorusunu Erden’i çok sevmesine rağmen ondan boşandığını söyleyerek cevaplamıştı. Tezer’in ilişkilerinde aradığı gerçek bir tutkuydu. O sevgisine karşı tutkusunu mu yarıştırmıştı? Bu yüzden mi ayrılmıştı bir çocuk doğuracak kadar yakın olduğu Erden Kıral’dan?

Ayrılık sonrası, 1981 yılında burs alarak Berlin’e gitti. Berlin yılları onun en verimli yıllarıydı. ”Yaşamın Ucuna Yolculuk” kitabı burada çıktı. Almanca yazmıştı kitabını. Türkçeye çevirirken “Bir İntiharın İzinde” koyacaklardı adını ama yakın arkadaşı Ferit Edgü bu hiçbir türe sığmayan eseri çılgınca buluyor, “Bana yaşamın ucuna yolculuklar lazım.” diyordu. Ve Yaşamın Ucuna Yolculuk 1983 yılında yayımlandı.
Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar. Bir haykırış, küçük dünyanız sizin olsun!
1982 yılında Berlin’den başlayarak o ilhamı olan üç insanı takip etti. Önce Prag’a Kafka’nın yaşadığı yerlere ve mezarına gitti. Prag sokaklarında bir böceğe mi dönüşmüştü acaba? Yoksa haksız yere yargılanan bir masuma mı? Kafka’dan öğrendikleri miydi yoksa onu bu denli anlam arayışına sokan? Bunları sadece Tezer biliyordu. Oradan Trieste’ye Svevo’ya gitti. Ve son durak Torino’da Pavese oldu. Pavese’nin intihar ettiği 305 numaralı odada oturdu. Onun intiharının izini aradı. Acaba Pavese o hapları yutarken boğazına takılmış mıydı ölümü? Yoksa 21 ilacı almasının sebebi ölümü kuvvetlendirilmiş uykuya benzetmesi miydi? Tezer tam burada öldürmeli miydi kendini? Hayır, orada kendini öldürmedi. O üç insanın mezarları başında onlarla konuştu. Kafasındaki soru işaretleriyle o sokaklarda gezdi. Kendi ölümünü, anlamını, anlamsızlığını mı aradı yoksa onların ruhunu mu? Bilmiyorum.

Berlin yıllarında genç Hans Peter’e aşık oldu Tezer. İsveç asıllı bu gençle evlenmek isterken ülkesinde sorunlar çıktı. 1984’de İsviçre’de evlendiler. Sevgili dostu Leyla Erbil’le biricik aşkını Çengelköy’de o koca çınarın altında tanıştırdı. Hans’ın, dostu Leyla’yı ve kokusunu içine doyamadığı İstanbul’u sevmesini istiyordu. Zürih’e yerleştiler ölümüm dediği aşkıyla. Aslında Tezer şimdi bulmuştu yaşayabileceği gerçeğini. Ülkesinde aydın olarak yer bulamamış ama başka yere sığınmıştı. Kızı büyüyordu. Biricik aşkı yanındaydı ama ölüm her şeyden çok istiyordu onu. Yıl 1986. Göğüs kanseriydi.
Tedavilere başlandı. Tezer iyileşeceğine inandı. O şişkinliklerin kötü huylu olmadığına. Belki ilk kez bir şeye inanmıştı ama kurtuluşu yoktu. Ölmeden önce Hans eve gidip temiz çamaşır getireceğini söylemişti. “Beni bırakma!” diye haykırmıştı Tezer. Ölüme yalnız yakalanmak istemiyordu, o hiçbir zaman yalnız kalmak istemiyordu, yalnızlıktan ödü kopuyordu. Ve tarih 18 Şubat 1986, Tezer’i kaybettiğimiz gün.

Onu anlamak zor bir yolun başlangıcı gibi. Sorgulamanın fitilinin yakılması, anlamsızlık içinde anlam yaratmanın manasız çabası gibi. Onca acıya, ihlale, haksızlığa rağmen hala duruşunu bozmamak gibi. Her şeye rağmen aydın olduğun için ötelenmek gibi. Arnavutköy sahilinde kitap arasına sıkıştırılmış ölü bir çiçeği koklamak gibi…
Sevgili Tezer, iyi ki kesişti yollarımız.