Bir Mağaranın Hikayesi
13. Savaşçı filmini izlemiş miydiniz? Antonio Banderas bu unutulmaz filmde Müslüman bir Arap karakteri canlandırır. Bence bu karakter, tanınmış bir seyyah olan İbn Fadlan’dan başkası değildir… İbn Fadlan, günümüzde de değerini koruyan gezi notlarıyla özellikle Anadolu ve Balkan coğrafyaları hakkında çok değerli bilgiler bırakıp gitmiştir.
Kahramanımız, yaşadığı coğrafyadan çok uzağa, Kuzey Avrupa tarafına doğru bir yolculuğa çıkar. Burada, misafir olduğu toplumun başına bela olan bir kabile anlatılır. Kabile kimsenin ulaşamadığı, uçsuz bucaksız bir derinliğe sahip mağaralarda yaşar. Film ilerledikçe mağaranın derinliklerinde yapılacak heyecanlı ve tehlikeli yolculuk sizi hem tarih öncesine hem de o yüzyıllara götürür. Bu keyifli macera bittiğinde aklınızda mağaralarda yaşayan kabilenin ritüelleri kalır.

TAŞLAR FISILDAR MI?
Tarih nedir? Sıkıcı akşamlarımıza renk katmak için kullandığımız bir çeşni mi? Birbirimize bilgiçlik taslamak için her an zihnimizde hazır tutmamız gereken bir cephanelik mi? Ya da olduğumuzdan daha farklı görünmek için kaba ruhlarımızın üstüne çektiğimiz parlak bir cila mı?
Sizin için bunlardan biri değilse eğer, taşlar size fısıldayabilir… Kulağınızı taşlara yasladığınızda sadece yukarıdaki yoldan gelen sarı renkli halk otobüsünün sesini/titreşimini duymamanız için gereklidir tarih. Hani gözlerinde rahatsızlık olan birisi gözlüğü çıkardığı anda bulanık görür ya her yeri. İşte tarih, net bir bakış sağlar. Bu bakımdan sizin en vefalı dostunuzdur. Yalnız başınıza yürürken bile yanınızda hünkâra yaranmak için olayları biraz ‘’değiştiren’’ İbn Bibi, kurnaz gülümsemesiyle Machiavelli, hınzır dizeleriyle Kaygusuz Abdal yürür. Artık dost olarak kimi yanınızda tuttuğunuz size kalmış. Ama ben yoldan geçen arabaların içindeki insanların garip bakışları altında kulağımı bahsedeceğim taşlara yaslarken aklımda sadece bir film vardı: On Üçüncü Savaşçı.

Başakşehir ilçesinde Kayabaşı yolu üzerinde kimsenin dikkatini çekmeyen Yarımburgaz Mağaralarının önüne bu hislerle gelmiştim. Yoldan hızla geçen bir arabadan atılan boş sigara paketi, yerlerde sürünen bisküvi artıkları ya da duvarlara yazılmış ilanı aşk yazıları… Tüm bu dekorla birlikte girişinin dişsiz bir ağza benzemesine neden olan demir parmaklıklarıyla Yarımburgaz Mağarası, başta Altınşehir olmak üzere tüm Başakşehir ve hatta İstanbul için meçhul ve insanı kahredecek derecede sahipsiz.
Gözlerimi kapatıp hayal gücümle yüz yıllar öncesine yolculuk etmek istedim. Çocukluğundan beri hayal gücünü hep kullanan biri olarak pek zorluk da çekmedim. Yüz binlerce yıl önce, bize şimdi korkunç gelen sesleriyle anlaşan hayli kaba vücutlu ve sert suratlı Homo Erectus kabilesi, benim tam ağzında durduğum o mağara ağzında durup birbiriyle yemek için kavga ediyordu. Diyelim ki bir üyenin dişleri ‘’anlam verilemeyen’’ bir şekilde döküldü. Başka bir üye o meçhul kişi yerine yemeği çiğneyip kendisine veriyordu. Henüz anlamını bilmedikleri ‘’iç kanama’’ yüzünden yaşlılardan biri, mağaranın bir köşesinde beti benzi atmış bir şekilde yatıyordu mesela. Birbirlerine usanç getirecek şekilde korna basan arabaların gürültüsü bana engel olamayacak, evet, o yaşlıyı demir parmaklıkların ardında insanı yutacak gibi duran o karanlığın içinde görüyorum. Taşlara dokunuyorum… Dört yüz bin yıl önce buraya ilk adımlarını attıklarında benim baktığım o noktaya keşif lideri de bakmıştı. Ne hissetmişti? Çok uzaklardan gelmişlerdi buraya… Ta Afrika’dan buraya yüzlerce yıl boyunca dura dinlene gelmişlerdi. Benim burnuma gelen tek koku araba egzozlarından çıkan iğrenç bir koku. Onların yüzlerini muhakkak tuzlu deniz kokusu yalayıp geçmişti…

YARIMBURGAZ’IN ‘’RESMİ TARİHİ’’
Onlardan geriye yüz binlerce yıl boyunca anlatılan rivayetler kaldı. Bugünkü semt halkına ulaşan rivayetlere göre mağaraların ucu belki de Eminönü’ne kadar gidiyor. Mağaraların uzunluğu ve derinliği hususunda kişiden kişiye göre değişen fikirler olsa da herkesin üzerinde anlaştığı nokta, bu bölgenin define avcıları için cazip bir nokta olduğuydu. Ayrıca mağaranın tinercilerin ya da sokakta yaşayan insanların bir sığınma noktası olduğunu da belirteyim. Semtin belleğinde bu mağaralar aynı zamanda bir film stüdyosu. Tarkan film serisinden Kurtlar Vadisi’ne, Muhteşem Yüzyıl’dan Leyla ile Mecnun’a kadar çeşitli dizi ve film çekimlerine ev sahipliği yapmış bir mekân burası. Yurt dışındaki ve yurt içindeki koruma altına alınmış sit alanı unvanına sahip mağaralarda fotoğraf çekmek bile yasakken, Yarımburgaz mağaralarında bir film için yapay havuz oluşturulup havuzun dinamitle patlatılması söz konusu…
Yarımburgaz Mağaraları, evet tekrar ediyorum, dört yüz bin yaşında. Şu ana kadar bilinen uzunluğu 1021 metre. Bu sayılar ilk başta çoğumuz için bir şey ifade etmese de prehistorya ve arkeoloji çevreleri için hazine değerinde. Şöyle anlatayım: Türkiye’de bulunabilen en eski yerleşim yeri burası. Homo Sapiens namlı insanlığın önceki ismi olan Homo Erectus’un Afrika’dan kalkıp Avrupa’ya gitmesi sürecinde yüz yıllarca konakladığı bir limandı burası. Şu an çevresinde tek katlı gecekondular, önünde bir dere ve karşısında Şahintepe semti var. Bunların arasında sıkışmış bir yer olsa da insanlık tarihi için Yarımburgaz Mağaraları çok büyük bir öneme sahip. Öyle ki ilk defa 19.yy’da Abdullah Bey tarafından bilim dünyasına tanıtılıyor. 1960’larda Şevket Aziz Kansu döneminde ilk defa kazılara başlanıyor ve 1988 yılında, içerisinde yabancı bilim insanlarının da olduğu bir kazı ekibiyle Yarımburgaz Mağarası ülkemizin kültür envanterinde yerini silinmeyecek bir şekilde alıyor. 2001 yılında da sit alanı ilan ediliyor.
13. SAVAŞÇI
Yazının başına dönecek olursam, bu mağaralar bahsedilen filmdeki mağaradan da yaşlı ve bilge. Afrika’dan buraya gelen insanlığın ataları Yarımburgaz’da bir soluk aldı. Bizim bugün Küçükçekmece adını verdiğimiz bölgede, kendilerine çok yabancı bir çevre içinde önce korktular ve bir mağaraya girdiler. Orada kendilerine bir yaşam kurdular. Bugün otobüsle ya da arabayla önünden geçtiğimiz, spreylerle üzeri boyanmış mağaranın içinde tıpkı On Üçüncü Savaşçı filmindeki gibi ateşler yakarak kendilerini güvende hissettiler. Sonra buraya alıştılar. Bazen uzaklardan gelen yabani bir hayvanın ürkütücü sesiyle irkildiler. Bazen anlam veremedikleri bir ölüm yüzünden koktular. Düşünme denen şey onlar için bir anlam ifade etmese de yüz binlerce yıl sonra ‘’Seni veriyorum Fatma’’ yazısını duvara yazan Homo Sapiens torunları gibi belki de sevdiler…

Daha sonra ardılları binlerce yıl boyunca korkularını yenip Küçükçekmece’ye doğru liman kentleri kurdu. Çok daha sonra İstanbul’un içlerine doğru yayılmayı başardılar. Homo Erectus’un torunları mağaralardan çıktılar. Adına İstanbul denilen bu yerde, başka yerlerden, başka hikâyelerle gelenlerle kent kurdular. Ama yine de bu mağaradan vazgeçilmedi. Çok daha sonra Bizans döneminde bile burada din adamları ibadet etti; hemen yanına Şamlar isminde bir köy kuruldu; Kurtuluş Savaşı Cumhuriyet derken mağara dingin sessizliğiyle bekledi, bekledi, bekledi…

Bu bölge sadece Kanal İstanbul’un akıbetine bağlı olmaktan çıkıp başlı başına kültür turizminin başkenti olabilir. Çünkü Küçükçekmece’deki Bathonea antik kentinden Yarımburgaz mağaralarına kadar bu hat, bir kültür abidesi. Evet, yazının en başında yazdığım gibi tarih, bakış açısıdır. Tarihi, dipnotlarıyla ve soğuk cümleleriyle bize aktaran bilimsel kitaplara hapsetmekten kurtaran tek şey ise belki de sanattır. Sanat ve tarih birleştiğinde dünyanın en güzel manzarasına kavuşursunuz. O birleşimin yarattığı ışık huzmeleri gözlerinizi önce kamaştırır ama sonra size hayatınızın sonuna kadar kazanacağınız paha biçilemez bir bakış açısı sağlar.
On Üçüncü Savaşçı filminde seyyah ve yanındaki on iki savaşçı korkusuzca o kabilenin mağarasına girdi. Bizler, Yarımburgaz’ın On Üçüncü Savaşçıları, dört yüz bin yıllık hikayeyi gücümüz yettiğince anlatmalıyız. Karanlık ne kadar baskın olursa olsun; canımız yakılan ateşler nedeniyle is içinde kalmış ya da spreylerle karalanmış duvarlara bakarken ne kadar acırsa acısın anlatmalıyız. Anlatalım ki yüreğimiz soğusun. Yerde alay edercesine duran çöplerin ardında bir hikaye, karanlıklar içinde kalırken yapılacak tek şey anlatmak çünkü…
