Mitoloji-Tarih, Yaşam Tarzı

Zırhlı Asker Karıncalar

Yağmurun sesi rüzgarın sesine karışıyordu. Rüzgarın yaladığı ve yağmurun ıslattığı yapraklardan hızla yere canı yanan bir bebeğin gözyaşı misali damlalar düşüyordu.

Camdan dışarı bakıyordum. Dikkatimi koca gövdeli çam ağacına vermiştim. Oldukça heybetliydi. Her dalından küçük başka dallar uzanıyordu. Onu bahçemizde tuttuğumuz için onurlandım. Onurlandım evet. Küçüktüm ama ”onur” sözcüğünün anlamını çok iyi biliyordum. O koca beton yığınlarının arasında kalan tek ağaçtı ve benim arkadaşımdı. Canım sıkıldığında ya da yandığında, üzüldüğümde, sevindiğimde her ne olursa olsun ağacıma sımsıkı sarılırdım. Hatta bazen ona ve üstünde yürüyen küçük, siyah ve azimli canlılara içimi dökerdim. Bilirdim ki onlar beni anlıyor ve her ne olursa olsun beni dinliyorlar. Camdan dışarıyı izlerken onlarla aramızda sessizce bir sevgi bağı kurulduğuna inanıyordum.

Evin içi terletecek kadar sıcaktı. Sobada yanan kömürden yükselen alevler, soba kapağını aralıklarından görünüyor. İçeride ateşten pervaneler dans ediyor zannı veriyordu. Bazen o dansa dalar, kafamda türlü hikayeler uydurdum. Hikayelerin birinde çam ağacı Truva atına dönerdi mesela. Ağacın içinde gezinen çalışkan karıncalar da Truva atının içindeki Akha askerleri olurdu. Birazdan atın içinden fırlayacak güzeli Helen’i omuzlarında taşıyarak gerisin geri Yunanistan’a döneceklerdi ama sonra Paris gelirdi aklıma. Helen’i gidince ne yapardı yakışıklı Paris? O zaman ateşin içinden güzel başında tuğu, elinde kılıcı kalkanıyla Paris çıkıverirdi. Benim küçük, azimli, kara karıncalarım ama artık büyük Akha savaşçıları kovalar, kılıcını başının üzerinde sallayarak Paris, hikayenin aslından farklı olarak kaçardı.

Ben bu kovalama sahnesine dalmışken yağmurun doluya dönüşen gürültülü sesi gelirdi bazen dışarıdan. Aklım Truvalı Helen’den minik karınca dostlarıma kayardı. Her dolu vuruşunda zırhlı askerlerimin canı yanar mıydı acaba? Yahut üşürler miydi? Nasıl dayanıyordu küçücük bedenleri o bembeyaz ve sert dolu tanelerine? Çam ağacım onları bu acımasız darbelerden koruyabiliyor muydu? Sobanın “çıt çıt” sesi o zaman beni rahatlatır miydi yoksa korkutur muydu şimdi anımsamıyorum. Anımsadığım şey o zaman duyduğum bu sesin beni böyle hayallere ve de şimdi düşündükçe kederlere salmasıydı.

Benim çalışkan askerlerim karınlarını doyurabilmek için kendilerinden hayli büyük yiyeceklerini yavaş yavaş ve istikrarlı bir biçimde kışlık depolarına taşıyorlardı. Bedenim askerlerime göre çok büyüktü. O halde ben de onların komutanları olabilirdim pekâlâ. Komutanlar askerlerine yardım etmezler miydi? Askerlerin gittiği onca yolu ben iki adımda gidiyordum. Bu yüzden yiyecekleri hızlıca taşımalarını sağlamak için yanlarına yaklaştım. Serçe parmağımı bir uçak gibi kullanıp varacakları yere doğru onları götürmeye başladım fakat sonra birden bir şey fark ettim. Ne olmuştu onlara? Benim küçük dostlarım yorulmuşlar mıydı? Oysa ben onlara yardım etmiştim, yorulmamaları gerekti. Hareketsiz, öylece duran minik karıncalara bakıp ağlamaya başladım. Ağlarsam üzüldüğümü görüp hareket ederler diye umutla bekledim ama nafile! Bütün iyi niyetimle başlayan bu yardımlaşma serüvenin farkında olmadan onları ezip öldürmemle son bulmuştu. Komutan askerlerini yemişti.

Bir Cevap Yazın