Belleğin Büyülü Dünyası: Söylemi Anlamak
Hayatımız boyunca birbirimizi anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için en temel, en önemli iletişim aracımız dil olmuştur. Bizler dil aracılığıyla birbirimizle bağ kurarak zihinsel ve ruhsal yolculuklara çıkarız. Hatta kimi zaman dilin o büyülü ve çok katmanlı dünyasında anlam yolculuklarında boğuluruz, belki de bu anlam arayışlarımız bizi biz yapan asıl habituslarımızı yeşerten bir dal olarak tüm benliğimizi sarar ve oradan da toplumsala taşınır. Tüm bunları daha iyi bir biçimde kavrayabilmek için söylem kavramına ışık tutmamız ve sahneyi ona bırakmamız gerekiyor çünkü söylem dediğimiz kavram birçok unsuru kendi bünyesine alarak bizlere çok zengin bir anlam haritası sunuyor.

“Mutlak Doğruların Olmadığı Bir Evrende; Çoklu Gerçeklik Alanlarının İçinde Yaşıyoruz“
Söylem Michel Foucault tarafından 21. yüzyılda kavramsallaştırılmıştır. Ağızdan çıkan her bir söz görünen anlamının dışında yan anlamlar da taşır. Bu yan anlamların içinde; ideolojiler, toplumsal yapının dili, dilin içindeki iktidar mekanizmaları, kültürel kodlar, kolektif bellek, bireysel bellek, deneyimsel bellek, alışkanlıklar, dikey anlatılar, doksa, habitus ve habitatlarımız birleşerek dil aracılığıyla inşa edilip farklı gerçeklik alanlarını oluştururlar.
Bu hususta dilin katmanlarını, art alanlarını ve gizil anlamlarını öğrenmek önemlidir. Dil dediğimiz unsur salt bir unsur değildir. Ferdinand de Saussure’un da vurgulamak istediği şey dilin yapısı ve çözümlenmesidir. Ona göre dil bir yapıdır ve bu yapı içinde işler. Bunun çeşitli anlam katmanları mevcuttur. Özne ve yüklem arasında bir semantiği ve derinlikleri vardır. Muhakkak ki içindeki habitatın ruhunu yansıtır bu da her coğrafya da farklı iletişim tarzlarını meydana getirir. Fakat bu iletişim tarzları hiçbir zaman tekdüze bir şekilde ilerlemez. ‘Yani her kurulan iletişimde anlatılmak ve söylenilmek istenenden çok daha fazlası vardır. Bu fazlalık da aslında büyük bir değeri yansıtır.’
Sausseure, söylemi ortaya çıkaran iletişim ve dil kavramındaki öznellik ve nesnellik ayrımına da karşı çıkar. Çünkü yorumsuz söylem olamaz, her insan toplumsalın kolektif hafızasından beslenir bu sebeple de salt öznellikten de bahsedilemez. Tüm bunlarda aydınlanma fikrinin ve modernitenin doğuşunu sağlayan pozitivizimin gerçekçi olmadığı da vurgulanır. Pozitivizm ve objektivizmin imtiyazlı olduğu çağlar artık geride kalmıştır. Çünkü öznellik ve nesnellik diye keskin bir ayrımdan söz etmenin çok da mümkün olmadığı fark edilmiştir. Günümüzde enformasyonun en yoğun olduğu alanlarda bile taraflı bilimsel yayınların olduğu kuşkusuzdur. Çünkü üretilen bilgi belli enstitülerce ortaya çıkarılır, ister istemez de oranın dilini, ideolojisini ve söylemini edinir.
Deneyim, alışkanlık ve anılar ekseninde söylem kavramı
Dil aracılığıyla kurulan bu düzen birçok toplumda böyle süregelmiştir. Her bir söylem belli bir toplumsal yapının çıktısıdır. Bunları besleyen ana unsur da tabii ki kolektif hafızadadır. Paul Connerton ifadesiyle; Bizler farkında olsak da olmasak da toplumsal bellek bireysel belliği inşa eder, birey içinde doğduğu koşulları içselleştirir ve bir şekilde normalize eder. Bireysel bellek inşasından sonra toplumsal belleğe tekrar bir geri dönüş yaşanır. İkisi birbirini pekiştirir ve güncelleştirir. Dolayısıyla söylem dediğimiz şey de bu konularla doğrudan bağlantılı olan bir kavram, söylemin içinde de anıların, yaşanmışlıkların, deneyimlerin ve alışkanlıkların izlerini görüyoruz. Konuşmaların anlaşılır olması için sadece aynı dili konuşuyor olmak elbette yeterli değildir, ortak hafıza ve anılara muhakkak gerek vardır. Sonuçta bizler bir bilgiyi zihnimize nasıl kodlarsak davranış setlerimiz de öyle oluşmaktadır.

Dil dışında doksa ve habitus kavramı da söylemi kuşatır. Doksa sorgulamadan kabul edilmiş bilgiler ve hissedilen gerçekliklerdir. İnançlardan daha temeldir yani çok ilksel düşüncelerimizi yansıtır. Bazı ideolojilerde de doksa vardır. Doksa episteme karşıtıdır ve onunla bir kontrast oluşturur. Mesela güzel ve sarışın kadınların aptal olabileceği doksamız vardır. Doksalar habitat ve habituslarımızın da temelinde yer alırlar ve bir şekilde kolektif hafızadan, kültürel kodlardan ve alışkanlıklarımızdan beslenir. Kendisi içinde bulunduğu toplumsal yapıdan beslenip ideolojileri ve dili daha sonrasında ise söylemlerimizi ciddi oranda etkiler. Aslında gündelik hayat pratiklerine de yansır, ideolojik fikirlerin içine sızar, farklı iktidar mekanizmaları inşa eder ve gerçeklik unsurları yaratıp durur. Birbirini şekillendiren habitus, habitat, ideoloji vs. içinde doksa bu kısır döngünün en derinliklerindeki yüzyıllık yıkılamayan bir güç olarak durur.
Bourdieu sosyolojisinde söylemin yeri
Bourdieu’nun ortaya çıkardığı habitus kavramı ise, bireylerin yaşadıkları çevrede kültürlerinin rolü ile kendi zihinlerinde oluşan temel bilgilerdir. İnsanlar bu bilgilere göre hayatlarını sürdürürler. Her bir insan doğduğu andan büyüdüğü ana kadar içinde yaşadığı habitatın özelliklerini bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde kendinde içselleştirir ve bu da onun habitusunu ciddi oranda etkiler. Yani hayatlarımızı geçirdiğimiz coğrafyaların toplumsal yapısı, kültürel özellikleri, gelenek ve görenekleri, kolektif alışkanlıkları, iletişim kurma biçimleri ve anlam haritaları bizlerin içine her bir gün adeta azar azar işlenir. Bu küçük alımlamalar, bir süre sonra bireylerin habitusunu yaratır. Bireyler de bu şekilde kendini toplumsal alanda yeniden var ederek kurgular, daha sonrada yeni nesillere bunu bizzat kendisi aşılar. Yani, habituslarımız yaptığımız her bir işe sızıyor ve bu da söylemlerimizi etkiliyor, öznelliğimiz bir şekilde nesnel tarafa sızıyor. Ayrıca Bourdiue hayatın sadece ciddiyet üzerinden gitmediğine oyunun hayatımızın bir parçası olduğunu de hatırlatmaya çalışıyor. Çünkü toplumsal eylemi pratik bir duygu, oyun duygusu olarak adlandırılabilecek bir şey yönlendiriyor. Yani aslında toplumsalı oyun yönlendiriyor. Gündelik bilgi pratikleri de oyunun içinden çıkıyor. Hayatımızın her bir alanında oyun var ama bizler sanki onu rasyonel bir şeyin içinden çıkıyor gibi algılıyoruz ve oyunu unutuyoruz. Bourdieu, habitusun sadece bireysel bir kapasitede olmayıp aynı zamanda kollektivitenin bir başarısı olduğunu vurguluyor, her yerde karşımıza çıkan kolektif aşılama girişiminin bir sonucu olduğunu belirtiyor.

“İnsanlar iletişim kurarken, belli bir konu hakkında düşünürken veya sanatsal üretim yaparken mutlaka belleğin büyülü dünyasında dolaşır ve geçmişle bugünün bilgisini harmanlayarak anda var olur var ederler.”
Gündelik hayat pratiklerine baktığımızda en genelgeçer ifadelerde bile söylemler vardır. Bütün bir hayatı kendi kavrayışımız üzerinden deneyimliyoruz, yaşıyoruz ve anlam dediğimiz şey de bunların içinden akıyor. Dil ile ifade biçimlerimiz de bir iktidar ve kontrol alanı yaratıyoruz. Mesela birbirimizin farklılaştığı alanlarda belli adlandırmalar yaptığımızda ideolojik örüntülerimizin iç dünyasını yansıtmış oluyoruz. Komşularımızın farklı etnik kökene sahip olması, toplumsal cinsiyet farklılıkları; kadınlık ve erkeklik meselesi, yetiştirilme tarzları, hepsinin arkasında doksalar, habituslar, ideolojiler ve bellek dünyası bulunuyor. Neticede toplumsal yapının her alanı söylemler ile kuşatılmış bir vaziyette. Yazar neyi yazarsa yazsın edebi bir romanın, şiirin asıl anlamını ortaya çıkaran kişi okurdur. Herkes bulunduğu yerden biriktirdikleri ile gelen bilgi ve işaretleri ona göre anlamlandırır. Dikey anlatıyı yakalayabilmek ve insanı anlayabilmek aslında işin özüdür. Bu postyapısalcılarında ortaya çıkarmak istediği bir şeydir. Postyapısalcılar dilin her şeyi belirlediğini gerçeklik dediğimiz meselenin dil tarafından inşa edildiğini vurgularlar.
“Bireylerin belli başlı konulardaki genel fikirleri, asırlar önce yaşamış atalarından kalmadır.”
Örneğin “Saçı uzun olanın aklı kısa olur, erkek gibi kadınsın, o saatte dışarıda ne işin var, kadın kısmısı, sözünün eri, bilim adamı ve daha nicesi..” Bu ifadeler aslında kendi içinde kadınları doğrudan hedef alan, küçümseyen ve kalıplara sokan anlamlar katmanlarına sahiptir. John Berger’in de izah ettiği gibi kadınlar yüzyıllardır dış görünüşlerine göre yargılanarak eril zihniyet tarafından sadece nesne olarak algılanmışlardır ve bu düşünce kalıbı toplumsal hafızada uzunca bir süre yer edinmiştir. Kadınların zekâsı, sosyal hayatı, başarıları hatta etkin bir iletişim kurma becerileri dahi yok sayılmış ve bir şekilde hafife alınmıştır. Bu tarz ayrımcı ve yıkıcı ifadelerin derinlerinde aslında toplumsal ve siyasal bir öğreti olan ideolojinin büyük etkisini bir kez daha görüyoruz.
Egemen toplumsal hafızanın bir çıktısı olarak söylem
Mesela kadınların trafikte zorluk çıkarttığına dair eril dünyanın bir takım söylemleri de mevcuttur. “Şu sürücü var ya, kesin bayan!” söylemine bakacak olursak; Burada kullanılan dilin yapısı bizlere gerek toplumsal yapı olarak, gerek yaşayış tarzları ve kültürel biçimleri olarak çok fazla ipucu veriyor. Erkek egemen toplumlarda kadınların özgürlükleri adına attığı her bir adımın altı boşaltılmaya çalışılıyor. Kadınlar, sosyal yaşantılarda “kesin bayan” gibi küçümseyici ifadelere sıklıkla maruz kalabiliyorlar.
Diğer bir kötü örnek ise çocuklar üzerinde yetişkinlerin çok fazla söylemde bulunması olabilir. Bu söylemler ileride oldukça yaralayıcı ve kötü izler bırakabilir. Ebeveynlerin çocuklarını sürekli başkalarıyla kıyaslaması ve bu doğrultuda sözler sarf etmesi ileride çocuk kadar toplumsala da ciddi oranda zarar verebilecektir. Çünkü sürekli kıyaslama söylemlerine maruz kalan çocuklar özelde kıyaslandığı kişilere, genelde ise tüm bir insanlığa karşı kin ve nefret duymaya başlarlar. “Sayısal alanda daha çok para var veya sayısal okuyanlar çok daha zeki olurlar. Sözel alanda iyi meslekler yoktur” gibi söylemler ile de farkında olunmadan bile öğrenciler üzerinde şiddetli psikolojik baskılar uygulanmaktadır. Yetersizlik ve kaygı bozukluğu gibi durumlar genç nesilleri git gide etkisi altına almaktadır. Çünkü her bir insan bu dünyaya farklı kişilik özellikleri ve yeteneklere sahip olarak gelmişlerdir.
Diğer yazılarımızı okumak için ana sayfamızı ziyaret etmeyi unutmayın!